Tekme Tokatın “Fıtratında” Sınıf Savaşı Var


Ahmet Doğançayır

Bugün Türkiye ekonomik, siyasal, sosyal olarak tarihi bir süreçten geçiyor. Ülke gündemi bizzat R. T. Erdoğan tarafından her gün biraz daha geriliyor, toplum bilinçli bir şekilde bir birbirine düşman edilmeye, kutuplaşmaya ve çatışma ortamına çekilmeye, hatta iç savaşa doğru sürüklenmeye çalışılıyor.

islam

Başbakan kitlesel şiddet dalgalarının en büyüğünü sokaklara çağırıyor. Emrindeki polisin kendini protesto edenleri öldürmesini, kör etmesini bir bakıma keyifle izliyor, gezi de kendisine karşı çıktığını düşündüğü gençlerin en sert yöntemlerle bastırılmasını istemesi, gençleri öldürüp kör eden polisleri kahraman ilan etmesi bu yüzden. Kurduğu sistemin devamının sağlanmasının, seçkinlerin birbirine sıkıca kaynaşmasına, muhalefeti güç kullanarak sıkıca ezmesine bağlı olduğunu görüyor. Diktatörlüklerin çöküşünü başlatan ve hızlandıran sürecin, bu elit tabakanın parçalanması ve toplumsal isyanların, böyle bir dönemde ortam hazırlayıcı ve kolaylaştırıcı bir rolü olduğunu görüyor. Bunun için sokakla ilgili her şeyi terör olarak ilan ediyor.

Sokak ve alanlar ‘’terör’’ ve başıboşluğun, taşkınlık ve akıl dışı şiddetin mekânları olarak yeniden tanımlanıyor. Haklar ve özgürlükler ‘’terör’’ söyleminin tozu dumanı arasında unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye de ‘’terör’’ kavramı toplumsal muhalefeti, ama daha çok ‘ifade etme özgürlüğünü’ yok etmenin en etkili aracı olmuştur. Tahakkümün devamlılığında ‘’terör’’ kavramının merkezi bir işlevi var. Öyle ki mevcut hukuk sistemi bu söyleme yaslanıp kendisini askıya çıkarabiliyor.

Tarihler farklı, olaylar aynı. Katliam yapanlar ve katliam emri verenler cezalandırılmadı. ‘Devlet için kurşun atan’ korundu. Kentsel dönüşüm adı altında kentin göbeğinde yoksulları evlerinden sürme projesi harekete geçirilirken, Kontr-gerillanın bildik taktikleri devreye sokulurken, cenazelere saldırılırken, eli sopalı/silahlı güçlerle baskın verilirken, sokaklar bir kez daha tomalarla çiğnenirken devlet şiddetine, terörüne karşı kimin nerede durduğu önem kazanıyor.  Birileri hobi olarak Pasifizmi savunmaya, öz savunmayı provokasyon olarak nitelemeye devam edeceklerdir. Bu canı tehlikede olana ‘’siz ölün, biz cenazenize geliriz’’ anlamına gelecektir. Ama onların da ‘Biz artık cenaze kaldırmak istemiyoruz’ deme hakları vardır.

Egemenlerin kibri ve küstahlığı olarak görülen şey kapitalist piyasanın, sermayenin acımasız diktatörlüğüdür!

Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Saldırılarla birlikte yürüyen! demokratikleşme süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar, kapitalist piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar. Sonuç olarak kısmi bir İslamileşmeye paralel olarak derin bir kapitalistleşme yaşıyoruz. Bu kapitalistleşmenin ana mimarı eski İslamcılar üstelik bu kapitalistleşmeyi başka hiç kimsenin yapamayacağı kadar halka benimsetmiş durumdalar. Çünkü onun gibi namaz kılıyor, onun geldiği mahallelerden geliyorlar. Dünyanın her yerinde kitlesel direnişle karşılaşan NEO-liberalleşmenin, Türkiye de sınırlı direniş görmesinin sırrı bu. Sermayenin hegemonyasını pekiştirdiği bu dönemde’’ modern İslam’’ belki de ilk kez kitleselleşme potansiyeline kavuşuyor. Bu yeni din anlayışıyla birlikte kapitalizm ‘in hukuku da din tarafından onaylanan bir hukuk haline geliyor. Sonuç olarak merkez sağ partilerin ‘’liberal’’kanatlarının, liberal aydınların, sermayenin dışa dönük kesimlerinin yıllardır söylediklerinin İslami söylemlerle gürleştiği duyuluyor.

1990ların siyasi konjonktürü, Türkiye de sermaye sahibi sınıfın 12 Eylül’ün ardından rızaya dayalı hegemonyacı bir iktidar kurmakta başarısız olduğunu ortaya koymuştur. 28 Şubat’ın ardından ortaya çıkan neo-liberal İslamcı iktidar bloğu tam da bu ihtiyaca cevap vererek ‘’muhafazakâr demokratlık’ ’ekseninde uzlaşma aralığı bulmuştur. Bugün emekçi sınıfların ‘’itaat ve rızası’ ’bu iktidar bloğunun yarattığı tecrübe ve ilişki biçimlerinde yeniden üretiliyor. Yeni muhafazakâr ideolojisiyle, Neo liberal programıyla ve emekçi sınıfların aşağılanma/dışlanmaya karşı tepkilerini sözle, simgesel eylemlerle ve liderinin vücut diliyle dile getiren AKP Türk sağının geleneksel parçalı yapısını, farklı bir kompozisyonla yeniden kurmuş durumdadır. Siyasal konjonktürün gereklerine uygun olarak bu koalisyonun ayaklarından birine veya diğerine ağırlık vererek iktidarını sürdürüyor.

Esnekliğe bağlı olarak çalışma ilişkilerinin çerçevesinde enformelliğin hâkimiyeti söz konusu olmakta, emek üzerindeki kontrol gündelik hayatı da sarıp sarmalayan ‘’İslami milliyetçi muhafazakâr kültürel hegemonya’ ’ile sağlanmaktadır. Ancak bu hegemonyayı kırabilecek gelişmeler mevcut olsa da, İşçi sınıfı içinde tâbi olmanın mantığı üzerinde kurulan ve dindar muhafazakârlık temelinde şekillenen bir hegemonyacı kültürün varlığı görülüyor. Bu şekilde mevcut ilişkiler meşrulaştırılırken, bunun dışına çıkan girişimler dışlanıyor.

Üstelik bu meşruiyet sadece çalışma hayatına ilişkin değildir. Bu hegemonyacı kültür aynı zamanda gündelik hayatı kuşatarak iş dışı yaşamın referanslarını da belirlemektedir. Bunun sonucu olarak işçi sınıfı kültürü hâkim sınıfın uyumcu kalıplarına sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum kapitalistlere emeğin kontrolünü sağlamak için kullanışlı olabilecek dini dayanaklar sunmakta, işverenlerin çıkar ve yaptırımları İslami kaidelere uygunluğu sağlanarak meşrulaştırmaktadır. Bu çerçevede bu birikim rejimine uygun olarak yerel düzeyde oluşan cemaat tipi ilişki ağları emekçi sınıflar üzerinde kurulan baskının ve rızanın araçları haline geliyor. Öyle ki hemşeri cemaatleri, etnik cemaatler hatta akraba grupları belirli alanlarda ücretlilik biçimlerinin ya da siyasal kararların yönünü belirleyebilecek durumdadırlar. İş bulma, işçi bulmaya varan işler bu cemaatlerde oluşan etnik elitler hemşerilik bağı vasıtasıyla siyasal temsilin meşruiyetini oluşturmaktadır. Benzer şekilde yerel düzeyde yüz, yüze ilişkilerin gücüyle dini değerlere bağlı cemaatlerde neo-liberal birikim rejimini meşru kılan bu hegemonyanın yenileme unsurlarından biri olarak işlev görmektedir. Bu doğrultuda neo-liberal İslamcı iktidar bloğunun meşruiyetinin kökeninde olan İslam’ın sağladığı referanslar özel bir önem taşımaktadır.

AKP’nin politikası büyüme odaklı bir kapitalizmle içselleşmiş bir muhafazakârlığa konumlanmıştır. Sosyal ve insani sorunların çözümündeki açıkları geleneksel yardımlaşma, sadaka kurumlarının tesisi yoluyla kapatmaya çalışan bu muhafazakârlık ideolojik söylemine yakın etnik ve mezhepsel sorunları da hiyerarşik kabulleri dâhilinde bastırmaya kararlıdır. Sünni muhafazakâr bir tarihsel miras yorumundan da beslenen, liberal ve sol liberaller tarafından demokrasi havarisi ilan edilen AKP Anayasa tartışmalarıyla birlikte başlayan hak ve özgürlükler eksenli olması gereken tartışmalarda ‘’demokrasinin evrensel batılı değer, standart ve sınırları’’ yerine, ‘’ kültür ve medeniyet mirasımıza ait değer, standart ve sınırları’’ ifadelerini dile getirmesi muhtemeldir. Bu partinin Kürtlerin, Alevilerin, emekçilerin sorunlarını çözmek gibi bir derdi, daha doğrusu anayasa talebi yok. Başbakanın yeni anayasa ile kastettiği başkanlık sistemi ile ilgili değişikliktir. Yeni anayasadan çok yeni bir statüko ittifakı oluşturma arayışı vardır.

Türkiye’de AKP geniş oy desteğinin önemli bir kısmını bir kimlik çatışmasının siyasal gücü olmaktan alıyor. AKP’nin 2002 deki ilk hükümet programında yer alan amaçlarından biri ‘piyasa toplumu’ kurmak olarak belirlenmişti. 12 yıllık AKP iktidarında en bariz süreklilik gösteren hat bu oldu. Sosyal politikayı sosyo-ekonomik bir bakış açısı olarak değerlendiren AKP sosyal-ekonomi kavramını toplumda sosyal haklar alanının genişlemesi anlamında değil ‘’toplumun sosyal yapısını benimsemek’’ ilkesi olarak anlıyor ve böyle sunuyor. ’’Toplumun sosyal yapısını benimsemek’’ yaklaşımı gelir dağılımındaki büyük dengesizlikleri, kuşaktan kuşağa artarak devredilen ve aşırı seviyelere varan eşitsizlikleri dikkate alan bunları düzeltici politikalar değil, mevcut sosyal yapının benimsenmesi, mevcut durumun kabul edilip korunmasıdır. Piyasa köleliğine dönüşümde toplumsal yapının dağılmasını engelleyecek asli kurum aile kurumu ve geleneklerdirAncak söz konusu olan bunların eski halleriyle korunması değil, kapitalist piyasa ilişkilerine göre yeniden biçimlendirilmesidir. Doğanın sömürülmesi gibi, insanların sömürülmesi yaşamlarının sermayenin kârını arttırmanın bir değişkeni haline gelmesini, teknolojik değişiklik yapmadan üretimde birim maliyetin azaltılmasını doğal ve iyi bir şey olarak kabul eder bu anlayış. İş kazaları olarak adlandırdıkları cinayetler bu maliyet azaltma hırsının sonuçlarıdır.

Tayyip Erdoğan’ın ilk kez değil, bundan önce de iş cinayetleri konusunda söylediği’ iş kazasının üretimin fıtratında’ olduğu iddiasında bulunmak, bu kazaları olağan hâle sokmak, kaderle açıklamak sadece bir egemenin işgal ettiği yüksek makamdan bakışını değil, sermaye sınıfının ideolojik dünya görüşünü dile getirir. Hızlı tren kazası sonrasında, Tuzla tersanelerinde üst üste gelen işçi ölümlerinde ve birçok başka örnekte, egemen kesimlerin acımasızca dile getirdikleri ‘fıtrat’, ‘kader’, ‘takdiri ilahi’ değerlendirmeleri eksiksiz bir sınıf şiddetinin silahlarıdır. Bu şiddet kendini kimi zaman Soma’daki maden kazasının sorumlularının cezalandırılmasını talep eden kişiyi öfkeyle tekmeleyen müşavir olarak gösterirken, kimi zaman da kendisini yuhalayanı tokatlama hakkını kendisinde gören kibirli egemen kılığına girer.

AKP’nin kapitalist piyasaya uygun toplum hedefi, şiddetin ana kaynağıdır. Standart bir nitelik kazanmış olan açgözlülükten, arsız bir iştahtan, sınırsız bir talan ve yağma hırsından söz açacaksak yine para-sermayeden bahsederek yapmalıyız bunu. Gezi direnişinin içinde bile ‘’iktidar’’ sahibinin ‘’oraya AVM yapılacak’’ gürleyişinin altında yatan asıl gücün/iktidarın kapitalist sermayenin karşısına çıkan hiçbir engele tahammül edemeyen mutlak mantığı olduğu görülmelidir. Bu egemenlerin kibri ve küstahlığı olarak görülen şey kapitalist piyasanın, sermayenin acımasız diktatörlüğüdür.    

Kapitalist piyasanın, sermayenin acımasız diktatörlüğünün alternatifi nedir?

Yaşadığımız ‘’Globalleşme’’ diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor. Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağılımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise ‘şekillendirilmiş kamuoyunun’ tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.

Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.

Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları başta işçi sınıfı olmak üzere bütün ezilen ve örgütlü kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Bu koşullar altında AKP’nin Sünni muhafazakâr gelenek çerçevesinde massetme yaklaşımı, Batıda ki benzerlerine paralel, yani işçi emekçi kitlelerin örgütlü kalıcı desteğine dayalı bir merkez sol/sosyal demokrat iktidar alternatifi oluşturulamamış olmanın zaafını da lehine kullanacaktır. İşçi ve emekçi kesimler, kapitalist üretim organizasyonları onları giderek daralan bir etkinlik alanına, insani varoluş durumuna ittikçe bağlayıcılıkları ve inanç kapasitelerini de yitirmiştir. İktidar alternatifi değil, İktidar mücadelesinin araçlarından birisi durumuna düşürülmüşlerdir. Emekçi sınıfların bağımsız siyasal bir güç olmaktan uzaklaşmasında bu derin öz güven ve inanç algısını yitirmelerinin rolü vardır. Dolayısıyla yaşanan sürecin getirilerinin kısa vadede AKP’nin işine yarayacağı söylenebilir. Bu onun hegemonyasını güçlendirmesine, Neo-liberal politikaları uygulamasına yardımcı olacaktır. Hatta toplumun kültürel düzeyde muhafazakârlaşması süreci devam edecektir. Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin tarihte yaşanan örneklerinde olduğu gibi işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.

Ancak kapitalistlerin ve hükümetlerinin işçi sınıfına karşı giriştikleri saldırılar az ya da çok önemli başarılar sağlamasına rağmen hiçbir yerde hedeflerine varamamıştır. Ne işçilerin mücadele azmi kırılabilmiş ne de yıkılabilmiştir. Yine de işçi sınıfı ve işçi hareketi şimdiye dek genellikle savunma durumunda kaldı. Hiçbir yerde kapitalizmin bu ağır krizini sistemi temelden değiştirmek için kullanamadı. Şu an için bunun olmamasının nedeni açıktır.  İşçi sınıfının her zamankinden yüksek sayısal gücüne ve örgütlenme derecesine rağmen geleneksel bürokratik yapıların etkisi, işçi hareketini bunlara karşı harekete geçirecek bir politik önderliğin yokluğunda olanca ağırlığıyla sürmektedir. Ancak her türlü kötümser yoruma karşın İşçiler daha şimdiden her kazanımı, tehdit altındaki her işi sonuna kadar savunmaya hazır olduklarını göstermektedir.

Devrimci Marksistlerin başlıca görevi bu mücadeleyi tüm güçleriyle ve en etkin talepleri ve örgütlenme içimlerini önererek desteklemektir. Haftada 35-36 saatlik iş, grev ve toplu sözleşme hakkının savunulması, en ağır darbe yiyen kesimlerle dayanışmak için mücadele-kadınlar, gençler, yaşlılar, işsizler- Esas olarak savunmaya yönelik bu mücadelenin başlıca gerekleri bunlardır. Bu taleplerin şirket kârlarını azaltacağını ve krizi derinleştireceğini ileri süren işverenler ve reformistlere, uzlaşmacılara verilecek yanıt sınıfın fiziksel ve moral bütünlüğünün savunulması ile sermayenin kârlarının savunulması arasında yapılacak seçimde bizim kesinlikle kendi sınıfımızı tercih ettiğimiz olmalıdır. Tam istihdam ve doğru dürüst bir hayat standardı kapitalizmle bağdaşmıyorsa kapitalistlerin yapacağı çekip gitmektir. Kapitalizmin bu mantığının bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye değil ancak bir bütün olarak yıkılabileceğini iddia eden kesimler olacaktır. Bunlara verilecek cevap basittir. Her şeyin bir başlangıcı vardır. Genel bir savaşı başlatmanın en iyi yolu bazı kısmi savaşlara girmek, bu savaşlarda tam bir başarı kazanmak ve böylelikle işçilere pratik içinde istihdamı, ücretleri ve var olan hakları savunmanın mümkün olduğunu göstermektir.

Kapitalist rekabet ve kâr güdüsünün sürmesi hâlâ dönemsel olarak fabrikaların kapanmasını, işçilerin kapı önüne koyulmalarını, ücretlerin kısılmasını, sosyal yardımların azalmasını gerektiriyor. Bu ilişkiler parça, parça değiştirilemez. Büyük parasal serveti ortadan kaldırmadan büyük parasal servetin iktidarını azaltmanın yolu yoktur. Dua ve tevekkülle yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası daha da derinleşeceği görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı zaman gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle davranan kapitalist sisteme,  kendisini, ortaya çıkacak yeni işsizlerin gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını, ezilen sınıfların alacakları tutum belirleyecektir. Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma ve kendi geleceğini belirleme yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok Bu yetenek mevcut. Tüm bürokrasilere karşı ve devlete karşı güvensizlik bugün geçmişte olduğundan daha fazla hissediliyor. Bunu açığa çıkarmak, uygulamaya geçmek, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.

Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Günümüzün egemen güçleri özünde mekânlara bağımlı olmadıkları halde siyasi eylem yerleri yerel kalmıştır. Dolayısıyla eylem egemenliğinin sınırlarının çizildiği ve siyasal girişimin temel esaslarına karar verildiği çerçevelere ulaşmayı başaramaz. Hayat koşullarının artan ‘’esnekliği’’ üzerinde ve dolayısıyla insan hayatlarının bütün akışına daha fazla nüfuz ederek hüküm süren güç uluslararası hale geldikçe ortada olan güvensizlik ve belirsizlik düzeyini azaltmayı amaçlayan etkili devrimci bir siyasal eylemin önkoşulu, siyaseti günümüz güçlerinin iş gördüğü düzey kadar uluslararası bir düzeye çıkarmaktır. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği çağımızda, sınıf mücadelesinin nihai zaferi ancak dünya ölçeğinde olanaklıdır. Ama bu hedefe varmak için uygun bir sınıf bilinci düzeyi ve devrimci önderlik zorunludur. Sınıfın güçlü doğrudan eylem biçiminde ortaya çıkan atılımları, aynı zamanda devrimcilerin zamanında etkili ve yeterince geniş ölçekte müdahaleleri koşuluyla devrimci önderlik meselesini çözebilecek koşulları yaratarak devrimi olanaklı kılacaktır. Bu çaba eşzamanlı olarak devrimci ulusal partilerin ve bir enternasyonalin inşasını hedef almalıdır.

Yorum bırakın