Sorunların Çözümü Demokrasi Ortamını Gerektirir


Ahmet Muhtar Çakmak

Kuzey ülkelerinin sanayi proletaryası demokrasi talep etti ( 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve 20. Yüzyılın ilk yarısı ) . O ülkelerin sermayesi ve devleti bunu kabul etmek zorunda kaldı ama işçiler devleti de istiyoruz deyince ve üstelik Rusya’da bu gerçekleşmiş gibi olunca devlet ve sermaye olanca gücüyle buna direnmeye çalıştı, her ülkenin şartlarına göre farklı yöntemler kullandı. Bu mücadeleyi devlet ve sermaye kazandı. Bununla birlikte Almanya ve İtalya’da işçi hareketi görece çok güçlü olduğu için oralarda mücadele demokrasi pahasına, yani faşizm sayesinde kazanıldı. Faşizm içeride kazandı ama dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesinde yenildi.

Bu mücadelede kazanan tarafın bayraklarından biri demokrasi idi. Böylece demokrasi biraz daha gelişme imkanı buldu. Ne var ki Almanya, İtalya ve Japonya’yı savaşta yenmek yetmedi. Bu ülkeler ( işin içinde ABD desteği gibi faktörler de olsa bile ) yeniden ayağa kalktılar ve demokratik ortamda yaptılar bunu. Böylece yeniden paylaşım meselesi yeniden ortaya çıktı ve bu sefer bu ülkeleri savaş alanından çıkarmak mümkün olamayınca 1970’den itibaren süregelen kriz ortaya çıktı. Aradan geçen elli küsur yıldır bu kriz nasıl yönetildi? Daha doğrusu kriz aşılamadı ama kapitalist dünya ekonomisi batmadı da. Bunun birinci ayağı devletin elindeki imkanların sermayeye aktarılması yoluyla ( özelleştirme ) karlı sermaye birikimini sağlamak oldu. İkincisi ise sahaya yeni oyuncuların, yani Rusya, Çin ve Hindistan’ın çıkması oldu. Bunların nüfusları büyüktü ve gerek ucuz iş gücü yoluyla ve gerekse pazar olarak karlı sermaye birikiminin devamına katkıda bulundular. Bu 1970 sonrası süreçte demokrasi bazı yaralar aldı ama ayakta kalabildi ve hala karizması en yüksek alternatif olduğunu söyleyebiliriz. Bu nasıl oldu ve nasıl olabiliyor? Birinci neden bazı hakların aşındırılması için demokrasiden vazgeçmeye gerek kalmaması oldu. Başlıca dört sebeple Kuzey işçileri dayatılan tedbirleri kabul ettiler: Sosyalizme inançlarının kalmaması, sınıfın bileşimini değişme sürecine girmesi, Çin sopası ve işsizlik. Tabii bütün bunların, tüm karizmasına rağmen demokrasi aleyhine sonuçları da oldu. Şimdi hepsine birden kısaca bakmaya çalışalım. İşçilerin sosyalizme inançlarının kalmaması kendi başına çok önemli bir konu. İşçilerin sosyalizme inançlarının kalmaması kendi devletleri kurulursa bunun onlara farklı bir hayat getireceğine inanmamaları anlamına geliyor. Buna 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve 20. Yüzyılın ilk yarısında inandılar belki ama o da işçilerin belli bir kısmı için geçerli oldu. SSCB ve ÇHC deneyimlerinin farklı bir hayat sağlaması anlamında başarısızlığı ise işçilerin sosyalizmden tamamen vazgeçmesine neden oldu. İkinci neden kuzey ülkelerinde sanayi proletaryasının sayıca çok azalması oldu. İşçilerin büyük çoğunluğunu hizmet sektörü işçileri oluşturmaya başladı. Çin sopası olarak adlandırdığım üçüncü neden teknolojik değişimler sonucunda üretimin dünyanın herhangi bir yerine taşınabilir hale gelmesine bağlı. Buna Rusya ve Çin’in dünya kapitalist sistemine dahil olması da eklenince kuzey ülkelerinin patronlarının işçilerini daha düşük ücretlere ( daha doğrusu verimlilik artış hızının altında reel ücret artışlarına) razı etmesi mümkün hale geldi. Dördüncü neden 1970 sonrasında kuzey ülkelerinde büyüme hızının düşmesi sonucunda işsizliğin ortaya çıkması oldu. Bilindiği gibi işsizlik ortamında işçileri düşük ücretlere razı etmek mümkün hale gelir. Bütün bunların bir araya gelmesi demokrasi ortamında bile işçileri düşük ücrete razı olması sonucunu getirdi ama bu da yetmedi. Sermaye ve devlet işçilerin sosyal güvenlik haklarını daraltmak ve sendikalaşma yasalarını değiştirmek istedi. Demokrasi ortamında bunun olabilmesi için bunları savunan partilerin seçimleri kazanması gerekir ve kazandılar da. Kısacası işçilerin önemli bir kısmı sağ partilere oy verir oldu. Bunun bir nedeni yukarıda değindiğim gibi işçilerin sosyalizmden vazgeçmesidir. Diğer bir neden ise işçi partilerinin de işçi haklarını daraltan ve ücretlerini kısan tedbirlere destek vermeye başlamasıdır. Bir röportajda Thatcher’a “en büyük başarınız nedir?” diye sorulduğunda “Blair’ın da görüşlerimi kabul etmesidir” cevabını vermişti. Neden? 1970’den itibaren ortaya çıkan kriz büyümeyi yavaşlattı ve işsizlik meydana geldi. İşsizlik ortamında işçiler mevcut ücretlerine, hatta bunda belli ölçülerde de olsa kısıntılara razı olurlar, yeter ki işlerini kaybetmesinler. Bu durumda işçi partilerinin tam istihdam koşullarında savunageldiği daha yüksek ücret ve daha gelişmiş sosyal güvenlik talepleri boşa düşer. Yeni duruma uygun politikalar geliştirmeleri gerekir ve geliştiremediler. Küreselleşme bunu katmerli hale getirdi. Çin sopası işçiler için işlerini kaybetmemeyi birinci davranış nedeni haline getirdi. O zaman işlerini garanti edecek politikalar üreten partileri aradılar ama bunu işçi partilerinde bulamadılar. Nihayet ekonomide hizmet sektörünün ağırlığı hızla artınca sanayi proletaryasının sayısal ağırlığı daha da azaldı. Biraz İngiltere örneği üzerinden düşünmek istiyorum. 1970’de başlayan krizle birlikte işsizlik ortaya çıktı. Şimdi insanlar partilere bakıyorlar, bu konuda nasıl bir çözüm önerecekler diye. Devrimci partiler insanlara tüm bunların dünya kapitalist sisteminden kaynaklandığını ve o nedenle de bunu yapmak için gereken dünya devrimine katılmalarını öneriyorlar. İşsiz kalmış olan bir İngiliz işçisi bu öneri karşısında ne yapabilir? Burada kendisi için bir umut olmadığını kolaylıkla görebilir. O zaman on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın ilk yarısında böyle bir devrim mücadelesine katılan işçilerin varlığını nasıl açıklayacağız diye sorulabilir. O zaman durum farklıydı. Binlerce işçinin çalıştığı büyük fabrikalar kurulmaktaydı, yoksulluk vardı ve birinci dünya savaşı da tüy dikti. Ne var ki Rusya dışında komünistler iktidarı ele geçiremediler. Şunu özellikle eklemek isterim. Rusya dışında, özellikle Almanya’da iktidarın ele geçirilemeyişi çoklukla parti yönetimlerinin pasifizmine, reformizmine v.b. bağlanır. Ben böyle düşünmüyorum. İktidarı alamadılar, çünkü tabanı oluşturan işçiler aslında devrimin onlara farklı bir hayat getiremeyeceğini seziyorlardı. Bunun çok önemli olduğu kanısındayım. Yine de o zamanlar çok farklıydı. Hegel dahil birçok düşünür zeitgeist ( zamanın ruhu ) diye bir kavram kullanıyor. Henüz içi yeterince doldurulamamış olmakla birlikte toplumsal hayatlarımızın açıklanmasında bu kavramın önemli olduğunu düşünüyorum. 1970’den itibaren ortaya çıkan krizle birlikte zamanın ruhunda da değişiklik meydana geldiğini düşünüyorum.

Yukarıda işsiz kalan birinin devrimcilerin ona önerileri karşısında nasıl bir tutum alacağı konusunu değerlendirmeye çalıştık. reformistler ise 1970 sonrasında neoliberal politikaları onaylamaktan başka bir şey yapmadılar. Dahası işçileri sağ partilere çeken başka unsurlar da vardı. Bunların başta geleni milliyetçiliktir. Zamanın ruhunun çok farklı olduğu yirminci yüzyıl başlarında bile işçilerin milliyetçi tutumları egemen olmuştu.

Hal böyleyken 1970’lerde başlayan kriz ortamında demokrasiden vazgeçilmesi gerekmedi, sadece sendika yasalarında v.b. değişiklikler yapıldı, yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım nedenlerle.

Bugünden geriye baktığımızda demokrasiyi savunan iki unsur görüyoruz. Sanayi proletaryası ve 68 kuşağı. Sanayi proletaryası geçmişte demokrasiyi seçme hakkı nedeniyle istedi. Onların haklarını savunan partileri destekleyebilmek için istedi. Şimdi kuzey ülkelerinde sanayi proletaryasının sayısı son derece düşük. Güney ülkelerinde ise, özellikle Çin ve Hindistan’ın dünya kapitalist sistemine eklemlenmesiyle yüksek sayılara ulaştı, öyle ki bu sayede dünya sanayi proletaryası tüm zamanlardaki en yüksek sayısına ulaştı. Tuhaf gibi görünen şey sanayi proletaryası tüm zamanların en yüksek sayısına ulaşırken etkinliğinin geçmişe kıyasla epey azalması oldu. Bunun nedenlerini yukarıda ifade etmeye çalıştım. Bununla birlikte ağır bir dünya ekonomik krizi ortaya çıkarsa ( ki uzak bir ihtimal olduğunu düşünmüyorum ) Çin’de işçilerin ve Hindistan’da da işçilerin ve yoksul köylülerin ayaklanması mümkündür. Ne var ki bu neye karşı ve nasıl bir ayaklanma olur, onu tahmin edemiyorum. Çin’deki bir muhtemel ayaklanmanın demokrasi isteyen bir yanı olabilir.

68 kuşağı ülkelerin idarelerinde yer aldı. Hatta bir keresinde Mehmet Ağar “ülkeleri 68’liler yönetiyor” demişti. Ne var ki şimdi onlar emekli oldular. Peki ya yerlerine gelenler ve gelecek olanlar? Yapılan araştırmalar ABD ve Avrupa’da gençlerin demokrasi duyarlılığının zayıf olduğunu gösteriyor.

Son olarak günümüzün sorunlarına bir çözüm olup olamayacağı açısından demokrasiye bakmaya çalışalım. Günümüzün başlıca sorunlarını ekolojik kriz, bununla bağlantılı olarak virüs salgınları, göç problemi ve yoksulluk olarak sayabiliriz sanıyorum. Ekolojik sorunun çözümünde işçi sınıfının başrolü oynayabileceğini savunan yazılar ve bir kitap var. Bunları ikna edici bulmuyorum. Eğer işçilerin böyle bir rolü olabilecek idiyse neden şimdiye kadar birşeyler ortaya çıkmadı? Ekolojik krizin çözümü için fosil yakıt üreten tesislerin ve daha birçok fabrikanın kapatılması gerekiyor. Oralarda çalışan işçiler bunu destekleyecek mi? Demokratik ortamda birçok çağrılar, örgütlenmeler, hareketler ortaya çıktı ama sonuca yönelik bir şey olmadı. Ne var ki bundan demokrasinin ekolojik krizin çözümünde işe yaramadığı gibi bir sonuç çıkmaz. Tersine, demokratik ortamın varlığı gereklidir. Eğer şimdiye kadar anlamlı bir sonuç alınamadıysa bunda demokrasinin bir payı yok. Bunun aynısı virüs salgınları için de geçerli. Aşı karşıtı hareketlerin demokrasiyi kullanarak varlık bulabildikleri doğru ama bunun çözümünün yine demokrasi içinde bulunması gerekiyor. Göç sorununda göç edilen veya edilmek istenen yerlerdekiler göç edenleri veya etmek isteyenleri istemiyorlar. Siyasal tercihlerini de bu yönde kullanıyorlar. Bu durum göç edenlerin sayısı arttıkça, ki öyle olacağı bekleniyor, daha da sıkıntı yaratacağa benziyor. Göç sorunu seçim sonuçlarının uygulanması üzerinden de çözülemez, kapıya dayananı içeri alsak mı almasak mı sorusunun cevabı üzerinden de çözülemez. Bunu göç etmek zorunda kalanlara kendi yerlerinde gelir sağlayarak çözülebilir gibime geliyor. Bu, mesela evrensel temel gelir uygulaması çerçevesi içinde çözülebilir ama bir de savaş yüzünden göç etmek zorunda kalanlar var ve işin o kısmını ben bilemiyorum. Başka türlü söylersek: demokrasi çoğunluğun isteklerinin yerine getirilmesi anlamına gelir ama haklar vardır ve bunlar çoğunluğun tercihleri üzerinden tartışma konusu yapılamaz. İşte göç konusu da bu çerçevenin genişletilmesi, belki biraz değiştirilmesi şeklinde çözülebilir. Sanıyorum göç meselesi sadece göç meselesi olarak da çözülemez. Dünyanın giderek yakıcı hale gelen ( maalesef sadece sorunu yaşayanlar yanıyor ) birçok önemli sorunu var. Bu yeni bir dünya düzenini ve bunu kurmak için de büyük bir uluslararası konferansı gerektiriyor ama ABD ve Çin yanaşmazsa olabilir mi?  burada kesiyorum. Çünkü daha da ötesini göremiyorum. Sadece şunu söylemeye çalıştım: tüm sorunları kapsayan bir al-ver süreci gerekiyor. Sanki zamanıymış gibi geliyor.

 Demokrasi kendisi olarak bu sorunların hiçbirini çözemez ama bu sorunların çözümü de demokrasi varsa ortaya çıkabilir.

Yorum bırakın