DÜŞÜNME KALIPLARINDAN KURTULMALIYIZ


İbrahim Özkurt

Yaklaşık 300 bin yıl önce Afrika’nın doğusundan yerküreye yayılan atalarımız, her ne kadar komünal bir yaşam sürseler de kabileler arası yarış, av ve diğer besin kaynaklarına erişim gibi konularda üstünlük elde etmek adına ve süreç içinde yerleşik yaşam, ihtiyaç fazlası üretim gibi nedenlerle alt-üst ilişkileri (hiyerarşiler) belirgin noktaya sıçramıştı. Günümüz dünyasını sarıp sarmalayan kalıcı hiyerarşi, tahakküm, özel mülk edinme ve köleliğin kurumsallaşması ise, 5 bin yıl önce inşa edilen SÜMER DEVLETİ ile başladı. Tabi, Sümer devleti ile aynı çağlarda İndus vadisinde, eşitlikçi-komünal yaşam süren daha kalabalık bir topluluk inşa edildiğini de biliyoruz. Bakınız; (https://www.ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/31-komunalizm/189-arkeologlar-indus-uygarliginda). İndus Vadisi’ndeki gibi eşitlikçi toplumların çoğalıp yerküreye yayılması yerine, Sümerlerde başlayan devletli uygarlık günümüz dünyasını ele geçirdi. 

Atalarımız, komünal yaşam süreçlerinde ortaklaşa planlar, projeler, tuzaklar yapıyor, göç zamanı ve konaklama mekanlarının tespitini, karşılaştıkları sorunlarını ortaklaşa müzakerelerle çözümlerlerdi. Yani her ne kadar hiyerarşi de olsa toplumsallık inşa etmeyi başarmışlardı. Aksi olsaydı; fiziksel zayıflığı, kadının uzun hamilelik dönemi, bebeğin uzun yıllar Anneye ve kabileye bağımlı olması gibi nedenlerden dolayı türümüzün ayakta kalabilmesi, hatta biyolojik ve kültürel evrimini sürdürebilmesi mümkün olmayabilirdi.

Türümüzün o zamanlardaki etkinliklerine politika demek en doğru tespit olur diye düşünüyorum. (Aristotales, “İnsan politik hayvandır” diyor.)

Aşağıda sıralamaya çalışacağım uygulamalar atalarımızın iç güdü sel değil bilinçli uygulamaları idi. Yani, komünün her üyesinin (Kadın, erkek) en iyi bildiği işi üstlenmesi, çocukların ne tür avcılık ve toplayıcılık yapacaklarına, (Balık, geyik, tavşan, kuş vb. ile ne tür meyve, ot, kök toplayacaklarına), erişkinlerin peşlerine takılarak yetenekleri neyi gerektiriyorsa özgürce karar vermeleri, giderek özgürce kendi seçtikleri alanda uzmanlaşmaları, yaşlıların yiyecekleri paylaştırmaları, uzmanlaşan bireylerin kulübe yapması vs.. Zira, o zamanların topluluk üyeleri, adı konmayan demokrasiyi işletiyorlardı. Yani bu uygulamaların içgüdüsel değil, yaşam koşullarına karşı o günün insanlarının geliştirdikleri bilinçli uygulamalarıydı. İşte ben bu uygulamalara “adı konmamış demokrasi” demekteyim. Zira bu vb. uygulamalar, yalnızca insana özgü politik uygulamalardan başka bir şey değildir. 

 Devletin ilk kurulduğu yerlerde (Sümer ülkesi) ise, insanın “politik hayvan” vasfı elinden alınarak insanların tüm sorunlarına ilişkin kararları devlet yöneticileriyle köle sahipleri, zamanla da mülk sahipleri ve onların profesyonel politikacıları vermeye başladı. Bu durum zamanla insanlığın normali haline dönüştürüldü. Hatta özgür düşünme terk edilerek; dinlere, ideolojilere, gelenek ve göreneklere ilişkin oluşturduğumuz düşünme kalıplarına göre düşünmeye, özellikle toplumsal sorunlarını çözmeye, daha doğrusu çözememeye, ezberlerimize göre hareket etmeye, davranmaya başlayarak, seçmene indirgendik. Günümüzün sol partilerinin üyeleri bile temsili demokrasi ile işleyen örgütlenme kalıbının içine sıkıştırıldığından, çıkış yolu bulunamamakta. Çünkü üyeleri bile karar süreçlerine dahil edilmemekte, politika yapamamaktalar. Reel sosyalist devletlerin çöküşünün temel nedenini bile sadece yöneticilerinin karar verici olmalarında aramak gerekir.

 Özetlersek; günümüzün devletli uygarlığında yaşayan türümüz, içinde yaşadığımız sorunlarımızın çözüm süreçlerine katılamayarak, politik insan olma vasıflarımızı, devleti sahiplenenlere ve sağlı sollu profesyonel politikacılara terk etmek zorunda kaldı ve zihnen de köleleşti. Devleti ise, normal hatta kutsallaştırarak, devlete dair her şeyi öğretilmiş düşünme kalıplarına göre kavramaya, yorumlamaya, çözümleri de devlet içinde aramaya başladık. 20 bin yıl öncesine göre beynimiz ortalama yüzde yirmi küçülmüş. Bunun nedenini önce evcilleşmemize sonra da politika yapamadığımız için olabilir mi diye sormaktan alıkoyamıyorum kendimi. Zira evcilleştirdiğimiz hayvanların beyinleri de küçülmüş.

Özetle: Doğal- organik yaşamla süren biyolojik ve kültürel evrimimiz, karşı devrimle inşa edilen devletli yaşamdan bu yana doğal seyrinde ilerlemiyor. Korkarım böyle gidersek mevcut canlı yaşamla birlikte yok olmakla yüz yüze kalacağız. Zira, devletli uygarlıkla ortaya çıkan özel mülk sahiplerinin sonuncusu olan burjuvalar, büyüme ve kar adına zaten sınırlı olan doğamızı da sömürmekte ve talan etmekte, politika yapamadığımız, yani kendimize ve doğamıza ilişkin karar süreçlerine katılamadığımız için de engel olamamaktayız. Tek yaptığımız 4-5 yılda bir, iş gücümüzü ve doğayı en iyi kim ya da kimler sömürüp becerecekse onları seçmekten ibaret.  İşçilerin, çevrecilerin, kadınların, gençliğin ve diğerlerimizin protesto siyasetlerimiz de işe yaramıyor. Zira kapıdan kovduklarımız pencereden, bacadan giriyor.

Devletçi sol partiler hakkında da birkaç söz daha etmek istiyorum. (Ülkemizde 24 tane varmış) Sayıları dahil ne yaptıklarını ne ben ne de benim gibi üye sayılarından çok fazla olan ve kurtuluşun komünizmde olacağına inanan insanlar olarak ne işe yaradıklarından haberimiz bile yok. Hele de işçi sınıfının hiç bilgisi yok. Üstelik 24 parçalı proletarya kendi arasında rekabet savaşı vererek burjuvaziyle nasıl baş edebilecek? sorusu da yanıt beklemekte. Bu partilerin tümü, iktidar olabileceklerine sanırım kendileri de inanmıyorlar. Bir mucize olur da iktidar olurlarsa; “kamucu, devletçi” politika uygulayacaklarını vaz ederek, sosyal demokratça saçmalamaktalar da. 5 bin yıl önce karşı devrimle kurulan devleti ne yapmak istiyorlar? sönümleyecekler mi? bilmiyoruz. Zira hayal ettikleri sosyalist devlet sonrası komünizme dair tek tümce bile kuramamaktalar. Konjonktür gereği devrim de bekleyemiyorlar. Devrim olsa bile, proletarya diktatörlüğünü değil, devrimci öznelerin özyönetimlerini hiç değil, kendi iktidarlarının düşünü görmekteler. Onlarca parça halinde tam da burjuvanın işine gelen rekabetçi anlayışlarını fütursuzca sergilemekten de kaçınmamaktalar ve çıkış yolu olmayan labirentlerde dolanıp duruyorlar. Böylece (Hep söylediğim gibi) sistemin bağışıklığını güçlendirmekten öte işlev görememekteler.

Zaman daralıyor, küresel ısınmanın yanı sıra, doğamızın kalan kaynakları mülk sahiplerince hızla tüketiliyor. Evrimimizi sürdürebilmemizde, içinde yaşadığımız tüm sorunların çözümü de %99’umuzun doğrudan politika yapabileceğimiz örgütlenmeleri üretmemize bağlı. Böylelikle, 5 bin yıl önce kaybettiğimiz politik insan vasfımızı kazanarak; bir yandan biyolojik ve kültürel evrimimizi sürdürürken layık olduğumuz doğal, organik, komünal yaşamı hep birlikte inşa edip, canlı doğayı da koruyabilelim.

Anadolu’da, “Eşeğini nerede kaybettiysen orada aramalısın” diye bir atasözü var. Önce, hiyerarşiye son vermekle işe başlamalı, bunun için de mevcut sol parti, dernek, sendika gibi örgütlerde işletilen hiyerarşik örgütlenmeleri terk ederek, ortaklaşa karar verebileceğimiz, doğrudan demokratik örgütlenmeler üretmeliyiz. Bir ikincisi ise, karşı devrimle inşa edilen zor aygıtı ve egemenliğin aracı olan devleti ele geçirmeyi değil, onu yerellerden (Murray Bookchin’in önerdiğ gibi) altını oyarak parçalayıp, özyönetimlere dayalı komünler federasyonu ve konfederasyonlarının inşasını amaçlamalıyız. Bunu başarabilirsek ortada ne hiyerarşi ne tahakküm ne de karşı devrimle inşa edilen devlet kalabilsin.

Son söz: Solun, toplumsal-ekolojik sorunların çözümü ve komünal bir yaşamın kurulması için kuracağı denklemin içinde devlet olmamalı. Tüm denklemler devletin ele geçirilmeksizin nasıl parçalanıp sönümlenebileceği üzerine kurulmalı diye düşünüyorum. Zira kalıcı bir devrim ancak devletin ve özel mülkiyetin yok edilmesiyle olanaklı olabilir.

Yorum bırakın