Alevilikte Yol Ayrılıklarının Bilimsel Materyalist Sebepleri Üzerine


 Rıza Aydın

“Yedi kere ben bu cihana geldim

Arşta duran iki nişan bendedir

Yerde gökte tanrı diye ararlar

Biz Hakk’ı severiz Hak’da bendedir1

Aleviler inanışlarına bağlı kendi yaşam biçimini adlandırırken yol derler; buna bir din, mezhep yada tarikat demek yerine bizim yolumuz vardır diye tanımlarlar. Bu bütün alevi ozanlarında vardır örneğin, Pir Sultan “Yolumuzu yol eyledik / Halimizi hal eyledik / Her çiçekten bal eyledik / Arıya saydılar bizi” der.

pir

Bu konuda en çok bilinen sözse Nesimi’nin söylediği sözdür: “Sorma be birader mezhebimizi biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır.” Anadolu’nun taşından toprağına, havasından suyuna etki etmiş olan bu kadim yolda, yol alınırken zaman içinde bazı ayrılıklar yaşanmıştır. Bugünde izleri görülen bu ayrılıkların zaman içinde çıkış nedenleri kayboldukça anlaşılmaları da zorlaşmıştır. Bazen pat diye sorulur, Alevi, Kızılbaş, Bektaşi ya da Babağan kolu nedir, Çelebi kolu ne demek bu ayrılıklar nereden kaynaklanır, aralarında ne fark vardır diye, sorulursa yanlış bir bilgi vermemek için susarım. Çünkü bunlar tarihsel süreçleri bilinmeden anlaşılamazlar. Bütün bunların cevabını, bu yolun tarihsel sürecini inceleyerek, İhtırımcı yâda Ihtırıcı adını verdiğim çalışmada verecektim. Ancak o çalışma uzadığı için burada, bu ayrılıkların anlaşılması için günümüzden geçmişe iki ayrılıktan kısaca söz etmek istiyorum; diğer ayrılıklar da bunlar gibidir.

Tarihsel olguların iyice anlayıp bunların bazı hassasiyetlerini bir birine karıştırmamak için, bunların tarih içindeki oluşum sürecini, bunların hangi tarihsel koşulların zorlaması sonucu oluştuğunu, bu olgunun gün yüzüne çıktıktan sonra toplumu nasıl etkilediğini, en olgun aşamaya nasıl geldiğini ne zaman etkisizleşip kaybolduğuna incelemek gerekir. 2

Bu ayrılıklar incelendiğinde görülecektir ki, tabandaki halk içinde gelişen bu akımlara, devletin müdahale edip bunları denetim altına almaya çalışması sonucu bu ayrılıklar çıkmışlardır. Tabandaki siyasal eğilimler ya da dini akımlar gelişip kitleselleşince, devlet bunları denetimine almaya çalışır, devletin denetimine giren akımların yapısında köklü değişiklikler olur, buda ayrılıkları doğurur. Bunun bilinen en çarpıcı örneği üç yüz yıl devletin ezdiği Hıristiyanlığın, devletle birleşip onun denetimine girmesiyle geçirdiği değişimdir. Bu Ortaçağ karanlığının çökmesine, engizisyon döneminin başlamasına sebep olmuştur. “Anlatılan seninde hikayendir3” hesabı toplumsal hareketlerin bilinçli – akıllı önderleri bundan gerekli dersleri çıkarmaya çalışmışlardır. Örneğin işçi sınıfını örgütlemeye çalışan önderlikler bu endişelerini açık aleni tartışmışlardır4.

Ülkemizdeki Aleviler içinde bir ayrılığın yaşandığı ayan beyan ortadadır. Peki, bu nedir, nasıl anlaşılmalıdır nerelerden kaynaklanmaktadır diye düşünenler vardır. Bunu anlayıp anlatmaya çalışmalıyız. Anadolu’da, devletten özerk olarak gelişen en kadım halk hareketi olan Aleviliğin, bu yapısının bozulup Diyanet İşleri Başkanlığı benzeri bir kurumla devletinin çatısı altına alınmasını, Alevilerin Dini önderleri – din adamı olan DEDELERE devletin maaş vermesini isteyenlerle buna karşı olanlar arasında bir ayrılık yaşanıyor. Görülen bu. Bu konuda AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne) yapılan bir başvuru ile bunun tarihsel bir benzerini kısaca inceleyip bu gelişmelere dikkat çekmek istiyorum.

Bilindiği gibi, İzzettin Doğan’ın kurduğu, kısaca Cem Vakfı diye bilinen Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı Alevilerin devlet bünyesine alınmasının mücadelesini veriyor. Geçtiğimiz günlerde bu istemle AİHM bir başvuruda bulundular.

Bu haber önce televizyon haberi olarak, sonrada CEM Vakfının yarı resmi yayın organı olan habercem web sitesinde duyuruldu. Haberi orada olduğu gibi buraya aktarıyorum:

Aleviler AİHM’e gidiyor”

“Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan, Alevilerin anayasal taleplerinin karşılanması için bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuracaklarını söyledi.

Prf. Dr. İzzettin Doğan, düzenlediği basın toplantısında, hukuk sisteminde din hizmetleri kavramının, kamu hizmeti olarak düşünüldüğünü ve anayasal düzende de bu şekilde yer aldığını belirtti. 

Cem Vakfı Hukuk Komisyonu tarafından Başbakanlık aleyhine 2005 yılında, ”Alevi vatandaşlara din hizmetlerinin kamu hizmeti olarak sunulması, cemevlerinin resmi ibadethane statüsünde sayılması, inanç önderlerinin kamu görevlisi olarak istihdamı ve bu hizmetlerin verilebilmesi için genel bütçeden pay ayrılması” taleplerini içeren bir dava açıldığını hatırlatan İzzettin Doğan, önce İdare Mahkemesine giden davanın reddedildiğini, bu ret kararının Danıştay tarafından da onandığını dile getirdi. 

”Türkiye’de iç hukuk yolları tükenmiş olduğu için haklarımızı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde arayacağız. Bugün, Alevilerin anayasal taleplerinin karşılanması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuracağız. Biz bu hakkı referandumdan önce, bugün kullanıyoruz. Hükümetin hazırladığı anayasa değişikliği paketinde, Anayasa Mahkemesine kişisel, bireysel başvuru hakkı tanınıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince, yurttaşların böyle bir hakkı kullanması, iç hukuk yollarına yeni bir hukuk yolunun eklendiği anlamı çıkartabilir. Hukuken mümkündür ve doğrudur. 12 Eylülde referandum sonucunun ‘evet’ çıkması durumunda, biz bu hakkımızı kullanmaktan yoksun kalabilirdik. Yani mahkeme bize, savunma olarak Anayasa Mahkemesini de tüketin ondan sonra başvurunuzu değerlendirmeye alalım diyebilirdi.”  Haberi şu adresten buraya kopyaladım isteyen bakabilir: http://habercem.com.tr/n-104611-aleviler-aihme-gidiyor.aspx?sms_ss=facebook.

Cem Vakfının basın bürosunda görevli olan sayın Ayhan Aydın’da konu ile ilgili yazdığı bir yazıda haberi şöyle duyuruyor:İzzettin Doğan, Aleviler’in dava konusu olan isteklerini, “Alevi vatandaşlara din hizmetlerinin kamu hizmeti olarak sunulması, Cem evlerinin resmi ibadethane statüsünde sayılması, inanç önderlerinin kamu görevlisi olarak istihdamı ve bu hizmetlerin verilebilmesi için genel bütçeden pay ayrılması” diye sıraladı.”

Referandum dolayısıyla üzerinde durulmayan bu konunun, şimdi üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıyı yazma nedenimde bu.

 İzzettin Doğanın ülkemiz için böyle bir istekle AİHM başvuruda bulunmaya karar verirken, kimlerle konuştu, kimlere danıştı, kendi kendiyle ne kadar tefekkürde bulundu bilemem, ama bizler, başta Demokratik Alevi Örgütlülüğü olmak üzere yolun diliyle bunu sorup sorgulayıp konuşmalıyız.

Öncelikle şunu söyleyeyim benhukukçu değilim, AİHM’in hangi standartlara, hangi hukuk normlarına göre karar verir onu tam olarak bilmiyorum. Sadece akıl yürütüyorum: AİHM kararlarını verirken muasır medeniyet seviyesi (de) dediğimiz Avrupa hukuk sistemin kurarlarına göre mi karar varır yoksa başvuran ülkenin kurarlarına göre mi karar verir? Hukukçu olmasam da AİHM Avrupa Hukuk kurallarına göre karar vereceğini, öyle vermesinin normal olacağını bekliyorum, böyle akıl yürütüyorum. Danışıp konuşmak istediğim ilk konuda bu.

Örneğin şöyle düşünüyorum: Almanya’daki Alevi Örgütleri, Almanya’daki din hizmetlerini yürüten dedelerin, bu hizmetlerinin kamu hizmeti sayılmasını isteyip bu yüzden bu dedelere genel bütçeden maaş verilmesi isteği ile AİHM başvuruda bulunsa AİHM bunu nasıl karşılar? Ne karar alır. Sanırım şöyle bir karar alır: Almanya’da dini hizmetler kamu hizmeti olarak görünmez, bu yüzdende Almanya’da ne Kiliselere nede papazlara genel bütçeden pay ayrılmaz, tıpkı bunun gibi Alevi Din görevlisi olan dedelerin de kamu hizmeti yaptığını kabul edip onlara maaş bağlanması hakkındaki isteğiniz yersizdir diye mi karar verir. Sanırım böyle karar verir. Ben onlardan böyle bir karar vermelerini beklerim. Bu akıl yürütmem genel hukuk ilkeleriyle çelişir mi bilmem?

Kafamdaki soru şu: AİHM, bu davayı Avrupa hukukuna göre karar verirde reddederse ne olur, yok Avrupa Hukukunu göz önüne almazda, Türkiye’nin kendi iç hukukuna göre karar alırsa ne olur. Bizleri, ülkemizi, ülkemizdeki laiklik mücadelemizi bu nasıl etkiler.

Ancak bu bir hukuk davası değildir. Bu insanlığa çok acılar vermiş toplumsal yapısının tümünü ilgilendiren politik bir davadır, Avrupalı bunu hepimizden iyi bilir; bu dinle devletin bir birleriyle birleşip birleşmemesi konusudur. Bu laiklik mücadelesinin özüdür.

Hıristiyanlık Roma imparatorluğunda kölelerin, en alta kalıp ezilen tabakaların dini olarak doğmuştur; ezilenlerin vicdanını rahatlatan, bu dünyada çektiklerinin hesabının öte dünyada mutlaka sorulacağı inancına dayanır5. Bu anlamda Hıristiyanlık o günün vicdansız toplumunun vicdanıdır, ruhsuz dünyalarının ruhudur; ezilen acı çeken alttaki tabakaların bu çektiklerinin hesabının öte dünyadaki ilahi bir adaletle mutlaka hesabının sorulacağı inancını onlara vererek bu acı çeken insanların gönüllerine su serper. Onları böylece rahatlatır6. Üç yüz yıl devletin (Roma İmparatorluğunun) ezdiği, kovuşturduğu, gizliden gizliye sürdürülen bu din doğuşundan -yaklaşık olarak- üç yüz yıl sonra devletle anlaşır, Roma İmparatorluğunun devlet dini haline gelir. Ezilenlerin örgütü olarak doğmuş olan Hıristiyanlık bundan sonra, ezenlerin hizmetinde devletin bir baskı gücü haline gelir. Orta Çağ karanlığı denilen Engizisyon dönemi bunun ürünüdür, buradan doğup gelişir.

Bundan sonra insanlık din ile devleti birbirinden ayırmak için mücadele vermeye başlar. Bugün aydınlanma dediğimiz dönemin ürünü olan Laiklik denilen sistem işte birleşen bu iki gücün, dinle devletin tekrar birbirlerinden ayrılmasından doğar7. Avrupa bunu başarıp, bu günkü aşamaya gelmek için çok acılar çekip çok mücadeleler vermiştir. Şimdi burada bütün bu süreçleri anlatmaya kalkarsam söz çok uzar.

Anadolu toprağında dinle devletin birleşmemesi mücadelesi yeni değildir. Anadolu’da bugün yaşayan Alevilik özünde bu mücadelenin bir ürünüdür. Şimdi kısaca bunun öyküsüne bakalım. Bu mücadeleleri bir de bu gözle gözden geçirelim.

Bilindiği gibi, Osmanlı imparatorluğunun kurumları, kendine örnek aldığı Bizans’ın kurumlarına benzerdi. Bizans’ta olduğu gibi Osmanlı’da din Padişahın emrindeydi. Zillullâhi fi’l Âlem (Allahın yeryüzündeki gölgesi) diye anılan Padişah, aynı zamanda Halife sıfatını da taşıdığından, Şeyhülislam’ı atadığı gibi ona emrettiği karaları da aldırıyordu. Zaten Sünnilik dini, bir sistem olarak Emevi devletinin emrinde, onun kuluçkasında doğmuş orada gelişmesini tamamlamış bir dini ekoldü; bu yüzden orada hiçbir sorun olmadı. Osmanlı Devletinde, Allahın arz (yer) üzerindeki gölgesi olan Padişah ne buyursa o hemencecik dininde buyruğu oluveriyordu.

Osmanlı Devleti 1516’dan sonra, bütün Anadolu’yu istila etmeye başladı.8 Suluca Kara Höyük Köyünün (yani bugünkü Hacıbektaş’ın ) de içinde olduğu Dulkadiroğluları beyliğini de zorla, kanlı bir şekilde istila edip9 oraya da hükmetmeye başladı. Hacıbektaş Dergâhı Dulkadiroğlu Beyliğinin sınırları içinde üç yüz yıldır gelenekselleşmiş bir yaşam sürdürüyordu. Osmanlı Devleti, Dulkadiroğlu Beyliğini İstila edince, Dulkadiroğlu Beyliğinde faaliyetlerini sürdüren Hace Bektaş Tekkesinde yaşayan Aleviliğin gelenekselleşmiş işleyişini de bozup, kendi sistemini oraya da dayatmak istedi. İşte sorunda tam buradan çıktı.

Osmanlı orayı, yani Hacıbektaş Dergâhını yöneten postnişinliği, tıpkı Sünni dinini yönettiği gibi yönetmek amacıyla, Hacıbektaş Dergâhına postişin olması için, Kanuni Sultan Süleyman’ın kaynı Server Paşa’nın10 adını değiştirip Sersem Ali Baba yaparak oraya gönderdi. Server Paşa, Hacıbektaş’a ilk geldiğinde Şah Kalender Çelebinin gücü karşısında ondan çekinip ilçeyi terk etmek zorunda kaldı; yani Şah11 Kalender Çelebi12 köylerinden onu kovdu13. Sonra Şah Kalender Çelebi huruç eylemi başladı; bu huruç eylemi 1528 de kanla bastırılıp Kızılbaş direnişi susturulunca, bir müddet sonra Sever Paşa yeniden Hacıbektaş köyüne gelip oraları – yani Hacıbektaş Dergâhını oradaki kurumları vs. Osmanlı Devleti adına işgal edip ele geçirerek, oradan Kızılbaşları yönetmeye çalıştı.

Kanuni’nin Kaynı, Server Paşanın, Suluca Kara Höyük’e yeniden gelişinin tarihi, bu aynı zamanda Kızılbaşlıktaki iki başlılığın – bölünmenin de başlangıç tarihidir, bunun 1551- 1552 yılları olduğu konusunda fikir birliği vardır14. Konuya vakıf olanların gayet iyi bildiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman’ın kayın biraderi olan, zat-ı muhterem Server Paşanın Kızılbaş süreğince bilinen adı Sersem Ali Baba’dır. Sersem Ali Baba, Suluca Kara Höyüğe, Balım Sultandan hemen sonra15 gelmiş ama Şah Kalender Çelebi sağ iken, onu gücü karşısında orada tutunamayıp geri gitmiştir.16 Sersem Ali Babanın Şah Kalender Çelebi katledildikten sonra, Suluca Kara Höyüğe (Yani Hacıbektaş’a) bu- ikinci gelişiyle Kızılbaşlıkta yeni bir dönem yeni bir baş doğmuştur; böylece Suluca Kara Höyükte, Osmanlının atadığı Dede Baba denen Alevilere bağlı olanlarla, eski geleneği sürdüren Çelebilere bağlı olan Kızılbaşlık geleneği dönemi doğup yaşamaya başlamış. Şehirlerdeki tekkeleri devlet denetimine almak daha kolay olduğundan, Sersem Ali Babaya bağlı mücerret dervişler daha çok şehirlerde etkin olmuşlar, Osmanlının erişemediği dağ köylerinde ise eskiden olduğu gibi Çelebilere bağlı sürek etkinliğini sürdürmüş. Bu farklılığı iyice anlayamayan, yâda bunu Osmanlının bu tutumuyla izah edemeyen kimi yazarlar –Fuat Köprulü’den buyana- bu ayrılığı “Şehir Aleviliği” , “Köy Aleviliği” gibi adlandırdıkları olmuştur ama konun özü -benim- dediğim gibidir, bu bilimsel – materyalist tarih anlayışına göre de böyle yapılmalıdır.

Kanunin kaynı Server Paşanın, Sersem Ali Baba lakabıyla tanınan zatın Hacıbektaştaki Pirevine gelip yerleşmesiyle başlayan Alevilikteki bu bölünmeye çoğunlukla Bektaşilik ya da Bektaşiliğin Babağan kolu’da denir17; Bektaşi Kızılbaş ayrımı ya da Köy Alevi’si Şehir Alevi’si tabirleri de özünde bu bölünmeyi kasteder.

Bu tarihten sonra bu yolun çilekeşleri olan Çelebiler evlerine çekilerek, kendilerine bağlı olan Alevileri- Kızılbaşları yer altından gizliden gizliye yönetmişlerdir. Bu dönemde yeni kurumlar yeni ilişkiler doğmuştur. Burada yeri gelmişken vurgulayalım ki Çelebililiğin yasaklanması, 192518 yılından çok öncelere dayanır, bu ilk defa bu zamanlarda başlamıştır.

Mücerret dervişler denilen Babağanlarla, Osmanlıdaki devletin emrindeki din, devletin emrindeki din adamı geleneği Kızılbaşlık içinde böylece başlamış oldu. Bu dönem birçok şeyin harcı merç içinde kalıp, birbirine karıştığı ilginç günlerin yaşandı bir dönemdir. Bu dönem iyice bilince çıkarılmadan Kızılbaş tarihi anlaşılamaz. Nefeslerde kim niye, ne demiş o bile anlaşılamaz. Bugüne kadar hem Şah Kalender eylemini, hem de Pir Sultan’ın ipe gidişini yazanlar, bunları anlatanlar, buradaki en önemli olguyu gözden kaçırdılar. Bu olgu şuydu, Osmanlı istila ettiği kimi Akkoyunlu Devletine bağlı, kimi tamamen özerk bir yapıdaki bu beyliklerde yaşayan halka, kendi sistemini dayattı, bu topraklarda yaşayan halksa buna direndi. Kızılbaşlık işte bu tarihi direnişin adıdır, bu direniş bazen Şah Kalender hurucunda olduğu gibi, suyu yüzüne çıksa da çoğu zaman kendi iç dünyalarında sürüp gitti. Kızılbaşlar Osmanlının gücünü kırıp yok edemeyeceklerini anlayınca, kendi iç dünyalarına, kendi köylerine çekilip kendi kendilerini yönettiler. Her Kızılbaş köyü, Osmanlıyı kendi devleti saymayan, onu dışlayıp kendi kendini bir devlet gibi yöneten, bunun için kurumları olan, kendi hukukunu uygulayan, kendi salmasını salan ( yani vergisini toplayan) yapılardı. Kızılbaşların bu köy yaşantısına “devlet olmayan devlet19” dense yeridir. Kızılbaş geleneğinde bu olgunun gelip düğümlendiği yerse Hacıbektaş Postnişinini kimin olacağıydı. Kızılbaşlar bunu gelenekselleşmiş bir yapı içinde Hünkârın Hakk’a yürüyüşünden (tahminen 1270 yılından) bu buyana Kadıncık Ananın sulbünden gelen Çelebiler denilen aileden seçiyorlardı, Osmanlı Hanedanları ise bunu kendiler atamak istediler. Osmanlı Hanedanlarının bu amaçla buraya ilk gönderdiği kişi Sersem Ali Baba diye bilinen Kanuni Sultan Süleyman’ın kaynı Server Paşa’dır. Alevi yolundaki ilk yol ayrılığı olan Babağan Çelebi ayrılığı işte böyle doğar.

İşte, Pir Sultan, Kızılbaşlıktaki bu yeni gelişmeler karşısında, Erdebil’den Rum’a (bugünkü adıyla Sivas ellerine) gelip, bu mücadelede devlet adamına güvenilmemesi gerektiğini, Çelebilerin haklı olduğunu, bu yoldan, bu uğurdan, bu sürekten ayrılınmaması gerektiğin söyleyip, bunun mücadelesini verip halka bunu anlatırken bir ihbar sonucu yakalanıp asılmıştır20. Bunu anlattığını sandığım bir deyişinde O şöyle der: “Urganım çekildi sığındım dara / Üstüme döküldü ağ ile kara / Muhbirin üstünde çıralar yana / Erler Mürvet edin ben gidiyorum. 21

Pir sultanın nefeslerindeki dram bunu yansıtır, Onun “Bugün üç dostumun ağzın (nabzın) sınadım can feda yoluna der bulamadım” ya da “ Yorulan yorulsun ben yorulmazam22” diye yakınması, ta Tuna boylarında, Kızıldeli Dergâhı civarlarında bunun kavgasını vermesi buralardan bize nefesler söylemesi bundan dolayıdır. Bu süreç bilinmeden, Pir Sultanda anlaşılamaz onun nefesleri de iyice anlaşılamaz çünkü o bu dönemin bir mahsulüdür. Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı kitabında, o zamana kadar, Türk dilinde eşi benzeri olmayan bir şiir geleneğinin kurucusu olarak Yunus Emre’yi anlatırken şöyle der: “… her şahsiyet, hattâ Yunus Emre gibi ibtidâi ve işlenmemiş bir lisâna rûhun his inceliklerini samimiyetle yaşatacak ilâhi bir mâhiyet veren dahîler bile, mutlakâ sosyal çevrelerinin mahsûlüdürler.23” Bu yaklaşım Yunus Emre için olduğu kadar Pir Sultan içinde geçeridir. Bu dönem anlaşılamazsa, Pir Sultanın yaşadığı sosyal çevre bilinmezse, Pir Sultan’ın siyasi işlevi de, niye ipe çekildiği de, nefesleri de, anlaşılamaz.

Pir Sultan’ın asılmasının, bu sürecin bir sonucu olduğunu, Banaz’daki bir panelde Murtaza Demir’inde olduğu bir muhabbet ortamında anlatmıştım. Pir Sultan’la ilgili sürdürmekte olduğumuz bir tartışma yazısıyla, İhtırıcı adlı yazımın devamında konuyu daha ayrıntılı anlatacağım ama bunu burada kısaca yazayım. Pir Sultan bir nefesinde şöyle der.

“Sakın ey sevdiğim naşiden sakın

Erenler şaşırmaz attığı okun

Irak yerler bize hem oldu yakın

İki atlayıp birde düşemem m’ola” 24 diyor.

Naşi, ileri gelen, yeniden oluşan, gelişmekte olan anlamlarına geliyor. Bu dönemde yeni olan, yeni gelişen, Sersem Ali Babanın başlattığı Dede Babalıktır; bunlara mücerret dervişler dönemi de denir. Bu dönemde inkar edilen şeyse Kadıncık Ananın çocuklarının Hünkarın da çocukları olduğudur. Postişinin buradan seçileceği geleneğidir. Pir Sultan “İnkar bir gün paralanır” , “Sakının sevdiğim yeni oluşandan sakının” derken Kızılbaş geleneğindeki, üç yüz yıldır inanılan şeyin inkar edilip Osmanlılarca yeni bir şey dayatılmasını kastetmektedir. Burada şunu da üzerine basa basa vurgulamalıyız: Kızılbaşların dilinde yani Alevi edebiyatında Çelebi, Çelebi zade sözcüğü bir ünvandır; Hünkârla Kadıncık ananın suplundan gelen sülaleyi anlatır.25 Pir Sultan çok bilinen başka bir nefesinde şöyle haykırırken bu atmosfer içinde inkâr edilen Çelebilere olan bağlılığını vurgulamaktadır.

“Pir Sultanım Çelebiye

Eyvallahım var Veliye

Yol oğluna yol diliyle -(Bu mısra “Yoldaşına yol diliyle” diye de söylenir)

Yolun sırın soran gelsin”

Pirimiz Pir Sultanın dilinde inkarcılık bu yüzden suçtur. Yolumdan, ikrarımdan dönmem diye kastettiği serini verip dönmediği yolu işte bu yoldur.

Kızılbaş geleneğinde Hace Bektaş Vilâyet-Namesindeki, Bostancı babanın gammazcıyı (İhbarcıyı) öldürmesiyle kuru ağacın yeşermesi yani günahların bağışlanması söyleminden 26 sonra, devlete, devlet adamına karşı en katı söylem bu dönemde bu yüzden doğmuş, bu yüzden yaratılmıştır. Ol hikâye öz olarak şunu anlatır: Pir Sultan’ın bir taraftarı, bir seveni, bir müridi olan Hızır devlette görev almak için Pir Sultandan himmet ister; “Pirim himmet eyle de devlet hizmetine girip orada yükseliyim” der. Pir Sultan ona derki “Hızır, Hızır, aklını başına al, madem istiyorsun sana himmet eyleyim ama unutma ki bozuk düzende düzgün çark olmaz, sen gider o devlet katında görev alırsın ama günü gelir o devlet için beni bile astırırsın.” Sonunda Pirin dediği gibi olur, bozuk düzenin düzgün çarkı olmak isteyen Hızır gelir devleti için Pirini astırır. Şimdi burada bu olayın, bu öykünün asıl nedenini, yani hangi tarihi koşulların bir sonucu olarak yaratıldığını iyice anlamaya çalışmak gerekir. Ama bunu yapmayıp Hızır’ın memleketi nereydi vs diye araştırmaya kalkışmak tarihi anlamamak demektir. Bizim her şeyden önce, bu geleneğin bu söylemi yaratmaya neden ihtiyaç duyduğunu, o günün tarihsel koşullarında bunun neyi anlattığını, somut olarak anlamamız gerekir. Burada “kızım sana diyorum gelinim sen anla”27 hesabı Hızır Paşa için söylenen sözlerle aslında, bir devlet adamı olan Sersem Ali Baba’yı yani Kanuni’nin kaynı Server Paşayı kastetmektedir, kıssadan hisse bu hikâyeden alınacak ders budur. Bu böyle biline28.

Burada yeri gelmişken, Pir Sultanın kişiliğinin daha iyi anlaşılması için onun konumu ile ilgili bir iki şeyi daha söylemek istiyorum. Bu zamana kadar Pir Sultan Banaz’da yaşayan sade bir köylü gibi anlatıldı. Hâlbuki o bir yolun, bir tarikatın yoluna serini koymuş o yolun bir ulusuydu; O bir nefesinde de bunu anlatırken “Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim, bende bu yayladan Şaha giderim” diyordu. Şimdiye kadar Pir Sultan’ın Sefavi dünyasındaki, Erdebil’deki konumu, yaptıkları görülemedi. Bu taraf yani Urumdaki olaylar anlatıldı ama o taraf görülemedi, gaipte kaldı. Burada bu konuyla ilgili de bilgilerimizi kısaca gözden geçirelim.

Safevi Dergâhının, Pir Sultanı bildiğini onların hazırladığı en önemli eserlerden biri olan, Şeyh Safı Buyruğu diye de bilinen “Menâkıbu’l – Esrâr Behcetü’l – Ahrâr” adlı kitapta Pir Sultan’ın iki nefesi olmasından biliyoruz.29 Ali Haydar Avcı da kitabında “Şah Tahmasp’ın Anadolu’ya yürüyüşü sırasında halifeleri arasında Rumlu (Sivaslı) Pir Sultan Halife adında bir halifenin adı geçmektedir. Adı geçen bu halifenin Banazlı Pir Sultan Abdal olabilir mi?” diye soruyor.30 Ancak Pir Sultanın oralarda neler yaptığı ile ilgili bu güne kadar bir bilgimiz yoktu. Erdebil Dergâhı çevresinde (Safevi devleti zamanında) Pir Sultan ne türden görevler alırdı bu konuda bu güne kadar bir bilgimiz yoktu. Bunu Rumlu Hasan’ın Şah İsmail Tarihi diye dilimize çevrilen “Ahsenü’t Tevârih” adlı ünlü eserden öğreniyoruz. Rumlu Hasan, kitabın iki yerinde, bizim Pir Sultanımız olduğunu sandığım31 bir kişi hakkında şöyle bilgiler veriliyor, oradan okuyalım.

Örneğin: 1513/1514 yıllarında oHorasanH olayları anlatılırken şöyle deniyor:

“… Çatışma sırasında üstünlük bayrağı taşıyan ordunun öncü güçleri Rumlu Piri Sultân, düşman yakan gazilerin tamamıyla birlikte Serafraz Bağı’nda çatışmaya katıldılar ve o kötü talihlinin adamlarından yaklaşık üç yüz kişiyi öldürdüler. …”32

1521/1522 yılının olayları anlatılırken de şöyle deniyor:

“… Gaziler kaleyi sağlamlaştırmaya uğraştılar. Rûmlu Piri Sultân, Rumlu Halifesi Sûfileriyle Irak kapısın, Emir Yusuf oğlu Emir Muhammed de Melik kapısını korumaya aldılar.”33

Görüldüğü gibi bizim için “Gayip erenlerden” olan Pir Sultan “Gözlüye gizli yok” diyen Erdebil dünyasında gayet iyi biliniyormuş. Böyle görevler üslenip böyle işler yapmış.

Burada bir kuşkuyu dile getiren şu soru sorulabilir: Acaba burada adı geçen “Rûmlu Piri Sultan” bizim Pir Sultan(ımız) mi? Benim bundan kuşkum yok. O zamanın dilinde Rumlu sözü Sivaslı anlamında kullanılıyordu. Gerçi Aksak Timur namıyla bilinen Timur’un, Yıldırım Beyazıt’ı yenince esir aldığı otuz bin kişiyi bağışladığı Edebil şeyhinin, bu esirleri yerleştirdiği yöreye de Rum, burada yaşayanlara da Rumlu yada “Sufiyani Rumlu” deniyor34 ama burada anılan Rumlu, Sivaslı olsa gerekir. Pir Sultanın Safevilerle ilişkisinin olduğunu, oraya gittiğini gösteren birçok nefesi var. Pir sultanın nefeslerinin toplandığı kitaplar okununca bunlar zaten anlaşılıyor.

Pir Sultan bir nefesinde mahlasını bile pirinin verdiğini şöyle söylüyor:

“Pirim bana bağışladı ismimi

Deftere yazıldım bir han içinde

Oniki kapılı şehre uğradım

Yedi derya geçtim bir gün içinde”35

Pir Sultan tam bir yol oğlu. Yola girmiş, yol oğlu kâmile yoldaş olmuş, ikrar verip ikrarında durmuş, nice canlar ile didar görüşmüş, muhabbet eyleyip candan sevişmiş, yoldaşlarına yol diliyle yolun sırrını sormuş bir kamil kişi. Üstüne yol uğramış, Urum’da yolun bozulmasına karşı mücadele etmesi gerekiyormuş, gelip Urumda bu mücadeleyi verirken bir tuzağa düşürülüp, bir ihbar sonucu yakalanmış yolundan dönmesi karşılığı serini bağışlamayı önermişler buna tenezzül bile etmemiş birisi. Şimdi ihbar edilip tuzağa düşürülmesiyle ilgili iki nefesini anarak bu sözü bağlayalım.

Banaz’dan sürdüler bizi Sivas’a

Erler himmet edin ben gidiyorum

Garipçe canıma kıldılar ceza

Erler himmet edin ben gidiyorum.

Gidi kâfir gelir dedim imana

Kuzular ağlıyor hem yana yana

Getirip de hapsettiler zindana

Erler himmet edin ben gidiyorum.

Baktı didelerim yoldan kalmadı

Güzel Şah’a gelir dedim gelmedi

Pirimizden bize himmet olmadı

Erler himmet edin ben gidiyorum.

Urganım çekildi sığındım dâra

Üstüme döküldü ağ ile kara

Muhbirin üstünde çıralar yana

Erler mürvet edin ben gidiyorum.

Pir Sultan Abdalım belim büküldü

Aktı gözüm yaşı yere döküldü

Âhir urgan boğazıma takıldı

Erler mürvet edin ben gidiyorum36

Burada açıkça görüldüğü gibi bir muhbirden yakınıp ona beddua ediyor. Şu nefesinde de tuzağa düşürüldüğünü söylüyor:

Aşığın başına gelmez hal olmaz

Ulaş yetiş pirim İmam Üseyin

Sende bende deyu sual olunmaz

Ulaş yetiş pirim İman Üseyin

Erenler basmamış yerlere yüzü

İletüp çamura çiğnetme bizi

Yarın bun deminde isteriz sizi

Ulaş yetiş pirim İmam Üseyin

Aşık olan aşık dardan ayrılmaz

Taki Naki seven aşık yorulmaz

Talip bunalmazsa piri çağırmaz

Ulaş yatış pirim İmam Üseyin

Bir hal ile biz onlara katıldık

Kemlik ile dışarıya atıldık

Bir münkirin tuzağına tutulduk

Ulaş yetiş pirim İmam Üseyin

Pir Sultanım daim düşmektir işi

Yol yol oldu akar çeşmimin yaşı

Oniki imamın serçeşme başı37

Ulaş yetiş pirim İmam Üseyin38

Uzun lafın kısası, demem şu ki Kızılbaşlığın devletin emrine verilmesi yâda devletin emrine alınması çabası yeni değildir. Bunu tarihi Osmanlının Anadolu coğrafyasını 1516 -1517 den sonra tamamen ilhak edip istila etmesiyle, buralara kendi sistemini dayatmasıyla beraber başlamıştır. Bu dönemde yoldan sapıp, Hünkârın zaten evladı yoktu, biz Osmanlının atadığı kişinin de (yani Sersem Ali Babanın’da) peşinden gideriz diyenlere mükâfatlar verilmesi, 1550 den sonra Osmanlının “Nakibu’l Eşreflik” kurumunca yapılmıştır39. Osmanlı Devletinin Nakibu’l- Eşraflık makamının Dede ocaklarına verdiği Şecerelerine bakınız hep bu tarihten sonradır. Bunlar hiç tesadüf değildir40. O zamanlar Alevilerin dinini, Alevi din adamlarını devletin tebaası yapmayı Osmanlı başaramadı, o zamanlar dedeleri Osmanlının dedesi Osmanlının kapıkulu41 yapamadılar şimdide yapamazlar. AİHM buna olur verse de bu olmaz bu böyle biline. Olmayacak dualara âmin demek bizlerin işi olmadı, olamazda.

Aslında şöyle dense yanlış olmaz, Çelebilerin Babağanlık diye bilinen eğilime karşı yürüttüğü mücadele, bu uğurda yürürken Pir Sultanın ipi göğüslemesi bir anlamda bu çağın çağdaş laiklik mücadelesidir. Eğer Kızılbaşların bu direnci olmasaydı şimdi Alevilikte Osmanlının sistemi içinde kirlenip tanınmaz bir hale gelmiş olacaktı. Bu yüzden, Anadolu’nun bu kadim yolundaki ayrılığı bunun için verilen mücadeleleri bugünün laiklik mücadelesiyle birlikte anmak gerekir. Bu mücadeleler verilip bu bedeller ödenmeseydi eğer şimdi uğruna mücadele edilecek bir şey elde kalmamış olacaktı; unutmayın ki ülkemizde az buçukta olsa bir laiklik varsa bu aksak topalda olsa biraz yürüyorsa eğer bu bu topraklardaki Kızılbaşlar sayesindedir. Bu gün ülkemizdeki azda olsa var olan laiklik bu kazanımlar üzerinde durmaktadır. Geçmişin mücadelesi böyle okunmalıdır. Bugün Alevileri devlet bünyesine alıp Sünnileştirin bu ülkedeki laikliğin dayanakları çöker. Bu ülkede Aleviler olmasa bu ülkenin Pakistan’dan farkı kalmaz. Bu yüzden Cem Vakfının Aleviliği devlet bünyesine alma isteği onların niyetlerinden bağımsız olarak hayinane bir istektir. Bu iyi okunmalıdır. “Şeytan ayrıntıda gizlidir” sözü belki bunun için söylenmiş harika bir sözdür.

Konunun bu tarihi yanını, hem Ihtırıcı adlı yazımda hem de Pir Sultan hakkında yazmakta olduğum uzunca bir mektupta daha ayrıntılı inceleyeceğim; burada şimdilik bu Kadercik yeter diyorum.

Bu yazıya bu haliyle yeter diyorum ama bu konunun bitmeyeceğini de biliyorum. Gelecekte bu konuyu çeşitli açılardan incelemeye üzerinde konuşmaya devam edeceğiz. Örneğin ben bu yazıya son noktayı koyunca da Pir Sultanın şu şiirini ne zaman, hayatının hangi döneminde, ne için yazdığını anlamaya çalışmamı hep sürdüreceğim.

Hacı Bektaş tekkesinin başından

Dediler bir suna aştı yalınız

Ayırmışlar yareninden eşinden

Dediler bir suna aştı yalınız

Eşinden ayrıldı Beştaş’a vardı

Ayrılık haberin Mucur’dan aldı

Kuru göllerde savaşlar kıldı

Dediler bir suna aştı yalınız

Geçti m’ola Kızılırmak boyunca

Çeken bilir ayrılı doyunca

Ayırmışlar On’ki İmam soyunca

Dediler bir suna aştı yalınız

Aştı m’ola Kırlangıç’ın belini

Avcı rast gelirse yolar telini

Arzulamış gider dostun ilini

Dediler bir suna aştı yalınız

Pir Sultan Abdalım gönlümüz yaslı

Dudu kumru gibi kafeste belsi

Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir nesli

Dediler bir suna aştı yalınız.42

Biz şimdi baştaki güncel konumuza gelip şunu tartışmalıyız.

Aleviler adına bir gurup insanın AİHM başvurup Alevi din adamları konumundaki Dedelere genel bütçeden maaş verilsin talebiyle başlayan mücadele yeni değildir. Yukarda anlatıldığı gibi tarihsel bir geçmişi vardır. Bu Avrupa’da büyük mücadeleler verilerek birbirinden ayrılan dinle devletin yeniden birleştirilmesi çabasıdır. Avrupa’nın yaptığı bu hatayı önlemek için Kızılbaşlar 1550 yılından buyana mücadele etmektedirler, bundan sonrada edeceklerdir. Bundan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Bence referandum dolayısıyla tartışılmayan bu konu enine boyuna konuşulmalıdır. Bu çaba hem Türkiye’yi, hem de Türkiye’deki Aleviliği nereye götürür bu iyice konuşulmalıdır. Bence Türkiye’nin en kitsel Alevi örgütlülüğü olan ABF bu mahkemeye müdahil olmak için AİHM başvurmalıdır.

1 Derviş Mehemmet Divanı, Merdiven Köy Şah Kulu külliyesi yayını 2.baskı 1993 sayfa 34

2 Tarihsel olgulara böyle yaklaşılmasını, Lenin’in 19 Temmuz 1919 da Svertlov Üniversitesinde verdiği Devlet Üzerine adıyla yayınlanan konuşmasına borçluyum. O kısaca şöyle diyordu: “ Bir sosyal bilim meselesinde, çatışan fikirlerin çeşitliliği ve detaylarının çoklu arasında kaybolmamak ve probleme en doğru şekilde yanaşıp çözebilmek için en güvenli metot, yani bilimsel incelemenin en önemli şartı, söz konusu meselenin tarih içindeki temel gelişimini göz önüne almaktır.” V. İ. Lenin, Semce yazılar. MAY yayınları üçüncü baskı 1976 sayfa 47. Lenin burada verdiği iki konferansı da önemserim; diğeri eğitim konusunun incelendiği “Gençlik Birliklerinin Görevleri” adını taşır.

3 Marx Kapitalde o dönemin en gelişkin kapitalist ekonomisi olan İngiltere’yi inceler, sonra dönüp kendi ülkesi Almanya’ya “Anlatılan seninde hikâyendir” der; çünkü gelişince bir gün oda öyle olacaktır.

4 Stalin, Enver Hoca, Polpot dönemlerin sergilediklerine bakınca bu kaygılarının yersiz olmadığı görülür.

5 Arabistan’da daha çok köle sahiplerinin dini olarak doğup Hudeybiye anlaşmasından sonra hızla köle sahiplerinin denetimine giren dini anlayış için bunu ne kadar söyleye biliriz bilmiyorum.

6 Konu için bakınız Karl Marks’ın: “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”nin “Giriş” bölümü “Din Üzerine” adlı derleme kitabı sol yayınları sayfa: 38

7 Bu tamı tamına yadsımasının yadsımasıdır, diyalektiğin bir bileşeni olarak okutulabilir.

8 O zamana kadar buralar Şah İsmail’in babasının dayısı, kendinin de dedesi olan Uzun Hasanın Akkoyunlu devletine bağlıydı. Uzun Hasan Şah İsmail’in dedesi Şey Cüneyt’e bacısını vermiş bu evlilikten doğan Şah İsmail’in bası Şeyh Haydar’a da kızını vermiş. Konu için Walther HINZ’ın “Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyt” adıyla dilimize çevrilip Türk Tarih Kurumunca yayınlanan kitabın mutlaka okunmasını öneriyorum. Ayrıca bu toprakların Osmanlılarca istilası sırasındaki durumu için Halil İnalcık’ın “Devlet-i’Âliyye” adlı eserinin Kızılbaş Ayaklanmaları ile Şah İsmail ve çaldıran savaşı bölümlerine bakınız, sayfa 134-135, 138-139-140

9 Bakınız: Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, Ardıç yayınları 2004 sayfa 191. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, ANADOLU BEYLİKLERİ, TTK yayınları 5. baskı sayfa 173, Halil İnalcık Devlet-i Âliyye, İş Bankası yayınları 1. cilt sayfa138–139-140, 134-135

10 Şevki Koca, Cem Vakfı Yayınlarından çıkan “BEKTÂŞİLİK VE BEKTÂŞİ DERGÂHLARI” adlı kitabında şöyle diyor: “Sersem Ali Baba Kanuni Sultân Süleyman Han’ın zevcelerinden Mâh-ı Devran Sultanın ağabeyidir. Asıl ismi Server Ali Paşa olup Kanuni’nin vezir-i azamlarındandır. Enderun’da yetişmiş bir devşirmedir. Acemi oğlanlığı esnasında Bektaşiliğe intisab etmiştir. Mürşidi Balım Sultandır. Muhtemel Kalenden Çelebi İsyanı’nda tarafsız kalabilmek amacıyla veziriazamlık görevinden sarfınazar ederek Pîrevi’ne yerleşmiştir. … Hicri 927 (M. 1520) Hacıbektaş İlçesi Pir Evi Postnişinliği’ne atanır. Bektâşi kültürü boyunca dedebaba mahlâs-ı şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebaba’dır. … Kalender Çelebi’nin Huruc-u Alel Sultân etmesinden ürken padişâh, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla, ikinci eşi Hürrem Sultân’ın önerisi ile Kanuni üzerinde etkinlik sağlayıp Mâh-ı Devran Sultân’ı gözden düşürmüştür. Pîrevini kapatır ve Sersem Ali Dedebaba’yı dönemin Yunanistan sırırları içinde bulunan Vardan Yenicesi’ne zorunlu ikamete icbar eder. … Bu arada 1527 yılında Kalenden Çelebi İsyanı oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebinin kesik başı Pirevine getirilerek defnedilir. Bugün Balım Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir. Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgınının baş göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni, bu defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevi’nin başına getirir. Hicri 957 (Miladı 1550) yılında yeniden Pirevi postişinliğine getirilen Dedebaba, Hicri 977 (Miladi 1569) yılında Hakk’a yürür.” Sayfa. 290 – 291. Sersem Ali Dedebaba ile ilgili Badri Noyan’sa şu bilgiyi verir: “Dergâh-ı Pîr’de 958-977H (1551-1969M) yılları arasında 19 yıl Dedebaba’lık yapmıştır. Mîr-i Mîrâ (Beylerbeyi- Paşa) rütbesinde bir kişi imiş. Onun “Sadr-ı a’zam olduğunu” yazan kaynaklar var ise de, bu yanlıştır. … Kanûnî Sultan Süleyman’ın nikâhlı ilk karısı M’ah-ı Devrân Sultan’ın ağabeyidir. Mâh-ı Devrân, Şehzâde Musta’nın da anasıdır.” Bektaşilik ve Alevilik 1. Cilit sayfa 325

11 Şah sözcüğü, Farsçada En, en büyük demektir; örneğin “yiğit” :Merdan, en yiğit yada yiğitlerin en yiğidi Şahımerdan der gibi “EN” anlamına gelen bir sıfattır.

12 Aslında doğru söylem şöyle olmalıdır Çelebilerden ya da Çelebi zadelerden Kalender Şah, Çelebi zadelerden Şah-ı Kalender. Hacı bektaş sülalesinden Kalender Şah vb

13 Bektaşiliğin Babagan kolunun ileri gelenlerinden bir Baba olan Şevki Koca’nın “Bektaşilik ve Bektaşi dergâhları” kitabından yukarda yaptığımız alıntıyı hatırlatmak isterim, o şöyle diyor: Sersem Ali Baba, Hicri 927 (M. 1520) Hacıbektaş İlçesi Pir Evi Postnişinliği’ne atanır. Bektâşi kültürü boyunca dedebaba mahlâs-ı şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebaba’dır. … Kalender Çelebi’nin Huruc-u Alel Sultân etmesinden ürken padişah, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla, ikinci eşi Hürrem Sultân’ın önerisi ile Kanuni üzerinde etkinlik sağlayıp Mâh-ı Devran Sultân’ı gözden düşürmüştür. Pîrevini kapatır ve Sersem Ali Dedebaba’yı dönemin Yunanistan sırırları içinde bulunan Vardan Yenicesi’ne zorunlu ikamete içbar eder” Sayfa. 290.

14 A. Celalettin Ulusoy, Alevi Bektaşi yolu, 1986, kendi yayını sayfa 83. Şevki Koca yukarda 10. dipnotta andığımız “Bektâşilik ve Bektâşi Dergâhları” adlı kitabında konuyla ilgili şöyle diyor: “Bu arada 1527 yılında Kalender Çelebi İsyanı oldukça kanlı olarak bastırılır. … Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgınının baş göstermesi üzerine bir şefaât arzusu duyan Kanuni, bu defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevi’nin başına getirir. Hicri 957 (M. 1550).” Adı geçen eser. Sayfa. 291. Konu Bedri Noyan Dedebabanın Bektaşilik ve Alevilik Ansiklopedisinin birinci cildinde de böyle anlatılmaktadır.

15 Balım Sultan’ın bu dünyadan ne zaman göçtüğü (öldüğü) de tartışma konusudur. Cemalettin Celebi Müdefa adlı kitabında Balım Sultanın ölüm tarihi olarak1520 yılını verir, bakınız sayfa 52-53 Yayınlayan N. Birdoğan berfin yayınları, Şevki Koca “Balım Sultân 1520 yılında Hakk’a yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve kendisinin gözetiminde Şâhsuvaroğlu Ali Bey’e bir türbe inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir” diyor. Bakınız Bektaşilik ve Bektaşi Dergâhları, sayfa, 289. Yar. Doç. Dr. Belkıs Temren ise şöyle diyor: “Balım Sultan 927 (1520M) yılında Pir evinde vefat etmiştir. Ölümünden iki yıl önce bitirilmiş olan ve Şahsuvaroğlu Ali Bey tarafından Hacı Bektaş Veli Tekkesinde yapılan özel türbesine gömülmüştür.“Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, sayfa 86-87, Kültür Bakanlığı Yayınları”. Bedri Noyan’da Bektaşilik Alevilik adlı kitabının 1. Cildi sayfa 321de “1520 M. (927 H.)’de Balım Sulta’nın Hakka yürümesinden sonra” diye başlar bir cümlesine; aynı Kitabın 306. Sayfasında ise Balım Sultan’ın 1516 öldüğü tezine karşı şöyle mantıklı bir ihtiraz ileri sürer : “Ne var ki, Kanuni’nin padişahlığı 1520-1566 yıllarındadır. Balım Sultan 922H. (1516M.) de vefat ettiyse Kanuni ile Padişah olduğu zaman görüşmesi olamaz.” Söylemeliyim ki 1520 de Balım Sultan öldüğü için onun yerine Osmanlı Sersem Ali Babayı görevlendirmiş. Konu karmaşık sadece bunun için bir yazı yazacağım.

16 Yukarda 13. Dipnotta Şevki Koca Babanın kitabından aktardıklarıma bakınız.

17 Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesinin kurduğu ilk parti 18 Ekim 1920’de kurulan Resmi “Komünist Fıkrasıdır”, Cumhuriyet Halk Fıkrası bundan tam üç yıl sonra, 9 Eylül 1923’te kurulur. Devletin emrinde komünist yaratma düşüncesinin Devletin emrinde Kızılbaş yaratma düşüncesinin tarihi birikiminden doğduğunu iddia ediyorum. Unutmayınız ki Devlet yönetmek bir sanattır. N.Machıavelli bile derslerinde Osmanlıdan örnekler verir.

18 Bakınız 1925 tarihli, Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlar İle Bir Takım Ünvanların Menve İlgasınaDairYasa.

19 Bu kavram Marksist literatürde vardır o bununla Proletarya demokrasi sinin sönümlenme sürecindeki devlet için anlatır. Konuyla ilgili ilerde başka bir yazı yazacağım.

20 Belki de Pir Sultan bunun için davet edildi, bazı şiirlerinde sözünü ettiği davetle bunu kastediyor olabilir mi: Pir Sultan’ım aşkı elde aramam / Pirden haber geldi geri duramam / Menzilim uzaktır belki varamam / Önümden uzayıp giden yol nedir.” “Varır mıydım gel olmasa / Yapışacak dal olmasa / Pir Sultan Abdal olmasa / Şalin kadrini ne bilir”. A. H. Avcı Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler” sayfa 279 -282

21 Pir Sultan bir nefesinde şöyle diyor: “Urganım çekildi sığındım dara / Üstüme döküldü ağ ile kara / Muhbirin üstünde çıralar yana / Erler himmet edin ben gidiyorum” Ali Haydar Avcı, Bize de Banaz’da Pir Sultan derler sayfa. 121. Cumhuriyet yayınları 2004

22 Bunlar türkü olarak söylenen Pir Sultanın nefesleri, birini Musa Eroğlu diğerini de Ruhi Su söyler.

23 Fuad Köprülü. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Diyanet İşleri Yayın evi S.217

24 Ali Haydar Avcı, “Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler” 1. Baskı Cumhuriyet yayınları Sayfa90-91

25 Bakınız Nejat Birdoğan Çelebi Cemaletin Efendi’nin Savunması na yazdığı önsöz. Berfin Yayınları birinci baskı 1994 sayfa 9. Bektaşiliğin Babagan kolundan olan yazarların yazdıklarına bakın Çelebi sözünü ağızlarına almazlar Bedri Noyan Çelebi sözünün geçtiği her yere parentez içinde ünlem (!) işareti koyar. Mahir Çayan teoride sınıflar mücadelesi kelimeler üzerinden yürür derken işte bunu kast eder.

26 Vilâyet – Nâme, Menâkıb-ı Hünkâr Hace Bektâş-ı Veli, “Hacı Bektaş –Bostancı Baba. Hazırlayan Abdülbâki Gölpınarlı, İnklilap yayınları 2 baskı sayfa 54–55

27 Bu söz şöyle de söylenir: “Kızımı sana söylüyorum gelimin sen duy”.

28 Bu yorumu ilk defa ben söylüyorum, istiyorum ki bu tartışılsın konuşulsun.

29 Şeyh Safi Buyruğu, Yayına hazırlayan Dr. Ahmet Taşkın, Rheda-Wiedenbrüç Çevresi Alevi Kültür Derneği yayınları 2003, sayfa 84–85, Bu konu Ali Haydar Avcı kitabında işlenmiştir bakınız, Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler sayfa 163-164

30 Ali Haydar Avcı Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler sayfa 108-109 132 nolu dipnot.

31 Değerli okur burada sandığım diyor kesin bir yargıda bulunmuyorum, buna dikkat etmenizi isterim

32 Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, sayfa, 170

33 Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, sayfa, 213

34 Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız Valther Hınz, “UZUN HASAN ve ŞEYH CÜNEYT” sayfa 8–9. Türk Tarih Kurumu yayınları. 2.baskı

35 Nefesi tümü için bakınız Ali Haydar Avcı Bizede Banazda Pir Sultan derler birinci baskı sayfa 171-172

36 Bu nefesi de Ali Haydar Avcının kitabından yazdım. Sayfa 120–121. buna benzer başka bir nefesindeki dizesi de şöyle: “Bir hal ile biz onlara katıldık / Kemlik ile dışarıya atıldık / Bir münkirin tuzağına tutulduk/ ulaş yetiş Pirim İmam Hüseyin. Ade sayfa 117

37Oniki İmamın Serçeşme başı”, Pir Sultanın bu deyimin Latınlerin Nota Bene dedikleri, bu notu al anlamına gelen üzerine önemle durulmaı gereken bir deyimdir, Alevi edebiyatında bu deyim tektir, Pir Sultan’dan sonrada kimse böyle bir sözü kullanmamıştır, bu “Üseyni direniş” dediğimiz bireysel yaşamın, bireysel direnişin özünü oluşturur. Çünkü bunun öncüsü bayraktarı Üseyindir.

38 Ali Haydar Avcı “Bizede Banazda Pir Sultan Derlere” sayfa 117. Kitapta Hüşeyin diye geçen ismi Üseyin diye yazdım, aslında halk arasında üseyin denir.

39 Pir Sultanın şiirlerinde adı gecen hatta Pir Sultan’ın musahip kardeşi olduğu söylenen Ali Baba tekkesinin Osmanlıdan nasıl yardımlar aldığını anlatan bir kitap yayınlandı konuyu merak edenlere önerilir: Saim Savaş, Bir Tekkenin Dini ve Sosyal Tarihi. Ayrıca Banaz köyünün internet sitesinde Gazi Aslan’ın konuyu anlatan güzel bir makalesi var,

40 Ebussuud Efendi 1545 de Şeyhülislamlığa getiriliyor dikkat edilirse bazı ocak zade dedelere Ehlibeyt sülalesi oldukları yönünde şecereler dağıtıldığı dönem de bu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı devleti Alevi’yi yolundan şaşırmak için her türlü yola başvurmuştur.

41 Kapıkulu Osmanlıcada bürokrat – memur anlamında, bürokrat yerine kullanılan harika bir tabirdir.

42 Ali Haydar Avcı Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler, Cumhuriyet yay, birinci baskı S 131. Pir Sultan’ın bu nefesi onun bu ayrılıkta Çelebiler kolunu tutuğunu gösteren şiirlerinden de biridir.

Yorum bırakın